Hat sanatının yaşayan büyük ustası Hasan Çelebi, 1937 yılında Erzurum’un Oltu ilçesinin İnciköyünde dünyaya geldi. Babası Tahsin Efendi, annesi Sakine hanım. Çelebi’nin doğduğu yıllarda genç bir cumhuriyet olan Türkiye, savaşın yaralarını sarmakta, yeni yeni yapılanmaya çalışmaktadır. İnsanlar fakr-u zaruret içindedir. Haliyle, Çelebi’nin çocukluğu da yokluk ve sıkıntı içinde geçer. Çelebi, okul çağına geldiğinde II. Dünya Savaşı başlar ve Türkiye yeni bir buhranla karşı karşıya kalır. İşin ve aşın zor bulunduğu, çalışanın emeğinin karşılığını alamadığı bir döneme girilmiştir. Anadolu’nun birçok yerinde olduğu gibi İnciköyünde de okul ve öğretmen yoktur. İlim ve irfan sahibi bir şahsiyet olan Yusuf Altaş, o dönemde yayımlanan Köroğlu ve Köylü gazetelerini muntazaman köye getirip halk istifade etsin diye meydanda duvarlara asmaktadır. Kâğıda ve kaleme karşı aşırı bir sevgisi olan Çelebi, bu gazeteler vasıtasıyla kendi gayretiyle okumayı öğrenir. 1946’nın Ocak ayında ilk defa köyde ‘hafızlık cemiyeti’ tertip edilir. Kur’an-ı Kerim’i ezberlemiş 6 çocuğa köyde büyük bir kutlama yapılır. Okula gidemeyen Çelebi, bu merasimden çok etkilenir ve dayısından Kuran-ı Kerim öğrenmeye ve hafızlığa başlar. Çelebi, Kur’an ilimlerini tahsil maksadıyla 1954’te İstanbul’a gelir. Bir hemşerisi vasıtasıyla Üçbaş Medresesi’ne yerleştirilir. Çelebi, burada altı ay boyunca Arapça ve din derslerine devam eder. Oradan da Üsküdar Çinili Medresesi’ne geçer. 15 Mayıs 1956’dan itibaren de Mihrimah Sultan (İskele) Camii’inde müezzin olarak görev yapmaya başlar. 1957-58 yıllarında askerlik vazifesini ifa eder. Askerlik dönüşü bir süre Mehmet Nasuhi Camii’inde imamlık yapar. 27 Mayıs 1960 ihtilaliyle birlikte üç yıl İstanbul’dan ayrı kalır. Bu süre zarfında Artvin’in Yusufeli ilçesinde müezzin olarak bulunur. Müezzinlik yaptığı sırada Müftü Hafız Bekir Efendi’yle tanışır. Bu karşılaşma Çelebi’nin yeniden İstanbul’a dönmesini sağlar. Bekir Efendi aracılığıyla Hasan Çelebi, 15 Ağustos 1963 yılında Üsküdar Sultan Tepesi Mehmet Said Efendi Camii’ne imam olarak tayin edilir. 1964’te Şeyh Camii’ne, 1974 senesinde de Fıstıkağacı Selami Ali Camii’ne naklolur. İmamlık vazifesi süresince başta yurt dışı olmak üzere zaman zaman hat ile ilgili iş teklifleri alır. Ancak resmi görevli olduğu için bu işler için zaman ayırması ve izin alması mümkün olmaz. Çelebi, kendine daha rahat bir çalışma ortam sağlamak maksadıyla 1987’de emekliye ayrılır. Halen İstanbul’da hat çalışmalarına ve talebe yetiştirmeye devam etmektedir.
Hat sanatına olan ilgisi
Çocukluğundan itibaren kâğıtların Hasan Çelebi için karşı konulmaz bir çekiciliği vardır. Ciddi manada hat sanatına merakı ise, köydeki caminin yazılarına ilgi duyarak onları taklit etmesiyle başlar. Yusufeli’nde müezzin olarak görev yaptığı camiye levhalar yazar, İstanbul’a tekrar döndükten sonra görev yaptığı Sultantepe’de taş ustası Yusuf Efendi ile tanışır. Bu tanışma Çelebi’nin hayatında yeni bir sayfa açacaktır. Çelebi, Yusuf Efendi vasıtasıyla Hattat Hamid Aytaç’la (1891-1982) görüşür ve Hamid Bey’e kendisine hat dersi verip veremeyeceğini sorar. Hamid Bey de cevaben “Görüyorsun çok meşgulüm ama benim talebem Halim var, ona git o öğretir.” der. Hasan Çelebi bu tavsiye üzerine Topkapı dışında Çırpıcı Çayırı’nda oturan Hattat Halim Özyazıcı’dan (1898-1964) meşke başlar. Bu onun hat sanatıyla olan serüveninin başlangıcıdır. İlk dersini bitirdiğinde Halim Bey meşkini görünce orada bulunan arkadaşına hayretle, keşideli Fâ’yı göstererek “Daha ilk derste şuna bak! Bunda ümit var.” demiştir. Zamanın şartlarına göre epeyce masraflı olan bu derse gidiş gelişler maalesef çok uzun sürmez. Dört ay sonra Halim Bey bir trafik kazasında hayatını kaybeder.
Dört aylık bir dersin sonunda hocasını kaybeden Hasan Çelebi ne yapacağını bilmez bir halde ortada kalmıştır. Tekrar Hamid Bey’e gitmeye cesareti yoktur, çünkü ilk teklifinde reddedilmiştir. Bu esnada Diyanet eski Reisi Ömer Nasuhi Bilmen’in oğlu Avni Bilmen’le karşılaşır. Üzüntüsünü ona anlatır. Avni Bilmen, Hamid Bey’e gitme konusunda Çelebi’yi cesaretlendirir. Hamid Bey’e gidip kendisinin selamını götürmesini ve talebini yinelemesini söyler. Çelebi o şevkle bir daha Hamid Bey’in huzuruna çıkar ve bu sefer derse kabul edilir. 14 Ekim 1964’te başlayan bu birliktelik Hamid Bey’in vefatına kadar 18 yıl devam eder.
Hamid Bey’le meşk hiç de kolay değildir. Çünkü Hamid Bey konuşmayı pek sevmeyen bir insandır. Öyle ki talebenin hatâsını söylemez, dersi geçip geçmediğini dahi bildirmez. Dolayısıyla Hasan Çelebi, tam iki yıl sürekli ilk ders olan ‘Rabbi Yessir’ yazar. Hocadan bir türlü ikinci dersi alamayan Çelebi, kabiliyeti olmadığına kanaat getirir ve dersi bırakmaya karar verir. Bu düşüncesini açıkladığında Hamid Bey şaşırır ve sebebini sorar. O da "Kabiliyetim olmadığına kanaat getirdim. İki seneden beri ‘Rabbi Yessir’ yazıyorum, geçmeye muvaffak olamadım.” der. Halbuki Hamid Bey durumun farkında değildir. Aytaç hoca, Hasan Çelebi’ye yeni bir ders verir. Bundan sonra da Hasan Çelebi, hocası yazdığı derste dörtten az hata bulmuşsa bir sonraki derse başlar. Aradan yıllar geçer, hat sanatına vâkıf olan Necmeddin Okyay (1883-1976) ve ta’lik- rik’a hocası merhum Kemal Batanay gibi üstadlar, Çelebi’nin yazısının ne kadar geliştiğini görüp “Daha sana icazet vermiyor mu?” diye sormaya başlarlar. Çelebi, hocasına olan saygısından ve edebinden icazet konusunu hiç gündeme getirmemiştir. Hamid Bey ve Hasan Çelebi belli aralıklarla Necmeddin hocaya mutad ziyarette bulunmaktadır. Bu ziyaretlerin birinde merhum Okyay, Hamid Bey’e Çelebi’nin icazet alma vaktinin geldiğini söyler. O da Çelebi’ye icazet için bir yazı hazırlamasını tembih eder. Bu arada Kemal Batanay da bir başka vasıtayla Çelebi’nin icazet alma vaktinin geldiğini hatırlatmıştır.
Sene 1970’dir. Hasan Çelebi bir camide gördüğü Eğrikapılı Abdullah Efendi’nin bir hilye-i şerifini yazar ve hocasına götürür. Hamid Bey bir defa yazıyı tashih eder. Çelebi, hilyeyi ikinci kez yazar ve 6 yıllık bir çalışmanın sonunda Hamid Bey’den icazet alır. Fakat bu sefer de farklı bir şey olur. Çünkü geleneğinde Arapça olarak yazılan icazet metnini Hamid Bey Türkçe olarak yazmıştır.
Çelebi’nin ikinci bir icazeti daha vardır. Çelebi, Hamid Aytaç’dan sülüs neshi meşk ettiği sırada; 1966 senesinde merhum Kemal Batanay’la tanışmış ve ondan da ta’lik ve rik’a dersleri almaya başlamıştır. Batanay; mutedil, halim selim, geleni geri çevirmeyen, mütevazı bir kişiliğe sahiptir. Çelebi’nin talebelik arzusunu da geri çevirmemiş, hemen kabul etmiştir. Aynı zamanda Hafız, tanburî ve bestekâr da olan Batanay, Galata Mevlevihanesi’nde yedi yıl cuma imamlığı ve na’athanlık yapmıştır. Çok sayıda klasik besteleri mevcuttur. Vakit namazlarını dahi hatimle kılacak derecede ileri bir hafızlığı vardır. Hasan Çelebi, 1975 senesinde ta’lik yazının üstadlarından Veliyyüddin Efendi’nin bir ta’lik kıtasını takliden yazıp Kemal Batanay’dan da icazetini alır.
Hasan Çelebi’nin eserleri / Mabed yazıları
Hasan Çelebi’nin celî yazıları yurtiçinde ve yurtdışında birçok caminin kubbesini, mihrabını, cümle kapısını ve duvarlarını süslemekte, mabede ziyarete gelenlere manevi bir haz yaşatmaktadır. Çelebi, daha icazetini almadan önce eski abidevi camilerin tamiratında yazıları ıslah ve ihya etmeye başlamıştır. 6O’lı yılların sonunda Fatih Karagümrük’teki Atik Ali Paşa Camii’nin yazılarını ıslah etmek teklifi ile karşılaşır. Bu yazılardan biri cümle kapısının iç tarafındaki yazıdır. Yazının sıvası dökülmüş, altından Mustafa Rakım’ın güzel bir istifi çıkmıştır. Cemaatin ileri gelenlerinden varlıklı biri, tamirat masraflarını karşılayacağını belirterek Rakım’ın yazısının ihya edilmesini ister.
Zamanın şartlarına göre büyük bir zorlukla kopyasını almaya muvaffak olan Hasan Çelebi, yazının ıslahında epeyce zorlanır. Ve böyle bir gecede rüyasında Mustafa Rakım’ı hocası Hamid Bey’le oturmuş yazı müzakere eder halde görür. Kendisi de bir kenarda onları seyretmektedir. O esnada Rakım, Çelebi’yi fark eder ve sanki sıkıntısına vâkıf olmuş gibi “Yaparsın evladım, yaparsın” tarzında bir imâda bulunur. Çelebi uzun süre bu rüyanın tesirinden kurtulamaz. Bu rüya hem Çelebi’nin gayretini artırmış, hem de Hamid Bey’i çok bahtiyar etmiştir. Çünkü rüyada dahi olsa Mustafa Rakım gibi bu sanatın dehası ile bir mecliste bulunup yazı müzakere etmek büyük bir şereftir. Hamid Bey, Çelebi’nin bu yazıyı ihyasını çok beğenir, kalıptan bir nüsha da kendisine ister. 1974 yılında da Sultanahmet Camii’nin tamiratında yan kubbe yazılarıyla köşe pandantiflerdeki Esmâ-ül Hüsnâ’ları tashih etmiştir.
1982’de Suudi Arabistan hükümeti tarafından Ravza-i Mutahhara’daki bütün yazıların ıslahı için davet edilmiştir. Fakat devlet memuru olduğundan dolayı yurtdışı iznini ancak bir yıl sonra ve iki yıl ücretsiz olarak Bakanlar Kurulu kararıyla alabilmiştir. Oraya gidişinde geç kalınca bu tamirat gerçekleşememiştir. 1987 yılında tekrar Suudi Arabistan’a gidip orada Suud Hükümeti tarafından yeniden inşâ ettirilen Kubâ ve Kıbleteyn mescidlerinin kubbe kuşak ve diğer yazılarını bir yıllık bir çalışma sonunda tamamlamıştır. Çelebi, Medine-i Münevvere’deki çalışmasını mübarek beldeye hizmet olarak hayatının en büyük bahtiyarlığı addeder. Çünkü o mescidlere yazı yazmak, her hattata nasip olmayacak bir nimettir. Ayrıca yazılarını yazdığı camilerin bir kısmını şöyle sıralamak mümkün:
Yurtiçindekiler:
Yurt dışındakiler:
Bunlardan başka daha birçok camide kubbe, kuşak, mihrap veya cümle kapısı yazılarına rastlamak mümkündür.
Mezar taşları:
Osmanlı Hanedanı’ndan Ziyaüddin Efendi’nin kızı Mihrimah Sultan’ın Eyüp’teki kabrinin yapımı Ürdün kraliyet ailesi tarafından kendisine teklif edilmiş ve yaptırılmıştır. Hocası Hamid Aytaç, Hafize Özal ve Vehbi Koç gibi birçok şahsiyetin mezar taşı yazılarını kaleme almıştır.
Sergiler:
Çelebi 1992 yılından itibaren IRCICA’mn tertip ettiği uluslararası hat yarışmalarında Türkiye’yi temsilen jüri üyesi olarak yer alıyor. Yazımına başladığı Kur’an-ı Kerim’i tamamlamak en büyük arzusu. Ayrıca birçok kişiye özel koleksiyon hazırlamıştır. Bunların en başta geleni 1996 yılında Malezyalı Abdurreşit Hüseyin için hazırlanan 18 eserden oluşan koleksiyondur. 180 civarında hilye-i şerif yazmıştır.
Talebeleri:
Gelenek olduğu üzere, icazetini aldıktan sonra bu işin meraklılarına 1975 senesinde hat dersi vermeye, vazifeli olduğu Selâmi Ali Camii’nde başlamıştır. Cumartesi günleri talebelerinin derslerini burada tashih ederdi. İlk talebeleri Davud Bektaş, Muhlis Uslu ve Berat Gülen’dir. Kendi tabiriyle Çelebi soyadı onun tabiatını da çelebi - meşrep yapmış o kapıya kim ders talebiyle gelmişse, kabiliyetli olsun olmasın asla geri çevrilmemiştir. Birçok kişi ondan hat feyzini almıştır. İcazet alan ilk talebesi 1981 yılında Muhlis Uslu’dur. Daha sonra sırayla 1984’te Berat Gülen, 1989’da Ayten Tiryaki, 1994’te Davud Bektaş, Efdalüddin Kılıç, 1996’da Tevfik Kalp, Mümtaz Seçkindurdu, 1999’da Dr. İlhan Özkeçeci, Mimar Günay Çilingiroğlu, Abdullah Gün ve Ahmed Kutluhan, Ekim 2000’de Ferhat Kurlu, Hilal Kazan, Bilal Sezer’e icazet vermiştir.
Hasan Çelebi’nin derslerini umumiyetle mektupla sürdüren, yurtdışında da talebeleri vardır. Zaman zaman bu talebeler, Türkiye’ye gelir, hocanın yazım şeklini görür ve bazı incelikleri kavrarlar. Bu talebeler Amerika’dan Japonya’ya kadar uzanmaktadır. İcazet verdiği yabancı talebeleri ise şunlardır: Amerika’dan Muhammed Zekeriya, Fas’tan Muhammed Emzil ve Haamidi -ki bu kraliyet ailesinin hat hocasıdır- Cezayir’den Muhammed Bahiri ve Abdulhamid, Libya’dan Mahfuz. Suriye’den Ubeyde Salihu’l Benki, Suudi Arabistan’dan Abdülaziz, Bosna’dan Kazım Hacımeyliç ve Japonya’dan Fuad Kuşi Honda’dır. Ayrıca bir Bruneili, bir Kuveytli talebesine de sertifika vermiştir. Halen kendi atölyesinin yanı sıra Tarih ve Tabiat Vakfı atölyesinde talebe yetiştirmeye devam etmektedir.
Kaynak: Hattın Çelebisi Hasan Çelebi. Tarih ve Tabiat Vakfı (TATAV) Yayınları, 2003